Anadolu’da İlk Roma Eyaleti ‘provincia Asia’nın Kurulması (M.Ö. 129)
Roma Senatosu’nu III. Attalos’un miras bıraktığı alanı eyaletleştirme işlemi konusunu düşünmeye Aristonikos’un zorladığını söylemek herhalde pek de abartılı olmaz. Çünkü, M.Ö. 133 yılı vasiyetnamesi kabul edilirken, bunun yanında yönetimsel çeşitten bir önlem alınmadığı, Roma’nın şöyle uzaktan uzağa krallık mülkünü kendi hesabına yönetmekle yetineceği bir vesayet düşündüğü anlaşılıyor. Savaş çıkıp da askeri birlikler yollamak zorunda kalınca durum değişmişti. Roma, şimdi ülkenin düzeninin ve örgütlenmesinin sorumluluğunu yükleniyordu.
Yeni eyalet Attalos Krallığı’nın tümünü kapsamaktan uzaktı. Bir yandan Pergamon kenti bölgenin öteki özgür kentlerine bitişikti ve valinin (‘proconsul’) gücünün dışına taşıyordu. Aynı şekilde Ephesos ve Sardes de, Aristonikos’a karşı yürütülmüş savaştaki hizmetlerinden ötürü olsa gerek, özgürdüler. Böylece, Anadolu’nun, Phokaia (Foça) dışında, hemen bütün büyük kentleri eyaletin ya da Roma yönetim yetki alanının (‘provincia’) dışında kalıyordu. Yani bunlar eyalet sınırlarının içinde kalsalar da, hukuken Roma yönetiminin dışındaydılar. Öte yandan, hemen hemen tüm Anadolu krallıkları III. Eumenes-Aristonikos’a karşı mücadele etmişlerdi. Herhalde, bunu yapmalarındaki etken Roma ve özgür kentlerle dayanışma halinde olmaktan çok, kendi çıkarlarını düşünmekti, yani Roma vazgeçerse kalıntıları paylaşmak istiyorlardı. Roma da onlara, krallığın uzak, fakir ve az Hellenleşmiş koca koca parçalarını bırakmıştı. Pontos’a Phrygia’dan kesimler, Kappadokia, Lykaonia ve belki Dağlık Kilikia düştü. Bithynia ve Paphlagonia’ya verilen hediyeler konusunda fazla bir şey bilinmiyor ama, Mysia ve Phrygia Epiktetos içinde sınır bölgeleri almış olabilirler. Buna karşı Pisidia, en azından sözde olarak, yeni eyalete dahil olmuş olsa gerek. Aslında, bir Roma ‘quaestor’u M.Ö. 113 yılında Eğridir Gölü’nün güney-batısındaki Prostanna ya da Prostaenna kentiyle temasa geçmişti. Ne var ki, Sagalasos, Kremna ya da Selge gibi kentlerin fiili bir bağımsızlığa sahip oldukları anlaşılıyor.
Yani ‘Asia’ adlı yeni eyalet (‘provincia Asia’), eski krallığın – özgür adalar ve kentler hariç – en zengin ve en Hellenleşmiş bölgelerini bir araya getiriyordu. Fakat vali (‘proconsul’) Ephesos’ta oturacaktı. Böylelikle Ionia’nın tam ortasında yerleşip, özgür olanlar da dahil olmak üzere, kentleri gözetim altında tutabilecekti. Tam özgürlük elde etmek için, kentler, gönderdikleri heyetler aracılığıyla canlarını dişlerine takıp didişmelerine karşın, fiilen Roma’nın egemenliği altına girmişlerdi. Bu, ileride göreceğimiz gibi, kentler için özgürlüğün (‘eleutheria’) içi boş bir şey olduğu anlamına da gelmiyordu (İki Kolophon kararnamesi yeni Roma eyaletinin başlangıcı tarihini taşır. Bunlarda valiye kent yasalarını tam olarak kabul ettirmek ve yersiz müdahaleleri, en çok da adli alandaki müdahaleleri önlemek için kent yasalarının rolü üzerinde durulur).
‘Provincia Asia’nın (Asya kıtasının adı, Ionia’daki küçük bir bölgenin adından çıkan, bu eyaletin adından ileri gelir ve daha sonra tüm kıtaya isim olarak verilmiştir) ilk örgütlenmesi konusunda bilgimiz azdır. Çünkü M.Ö. 1. yüzyıldaki reformlar çoğunlukla eskileri anımsatacak şeyleri silmiştir. Bu nedenle, geriye bakıp da M.Ö. 1. yüzyıl kaynaklarından, Cicero ya da Strabon’dan yararlanırken ihtiyatlı davranmak gerekir. Ancak, birkaç gözlemde bulunabiliriz:
İlk vali Manius Aquillius, Ephesos’tan Dokimeion’a (Afyon İscehisar), Sardes’e ve Pisidia Antiokheia’sına doğru giden bir yol ağı yapmayı çok istiyordu. Aquillius’un yol mesafe taşlarından günümüze örnekler gelmiştir. Askeri birliklerin bir yerden bir yere gitmelerini kolaylaştırma amacıyla tasarlanan bu yolların daha ilk yıllarda yapılmış olması gerekir. Çünkü Aquillius’un adı Augustus dönemine kadar olan mil taşları üzerinde görülür. Belki yol yapımı işi, onun zamanından sonra pek de ileri gitmemiştir. Öte yandan, ‘Asia’nın düzenli asker bulundurduğunu gösteren bir kanıt olmaması, eyalette büyük bir sükûnetin egemen olduğunu gösteriyor. Roma bir yüzyıldan beri Balkanlar’da uyguladığı ilkeye yine bağlı kalıyor, yani her krizde askeri birlikleri gönderiyor, harekat biter bitmez bunları geri çekiyordu.
Daha M.Ö. 130 yılında III. Attalos’un hazinesi Roma yolunu tutmuştu. Fakat daha o zamandan Roma’nın ‘Asia’ya özgü bir vergi salıp salmadığı bilinmiyor. Eski krallık gelirlerini tahsil etmekle yetinmiş olabilir. Vergi toplama işini ihaleyle almış kimselerin (mültezimler), yani ‘publicanus’ların daha M.Ö. 129 yılında ‘Asia’ Eyaleti içinde çalıştıkları açıktır. Çünkü o yıl, Pergamon’luların vergi muafiyetinin ‘publicanus’larca kabul edilmesi ve topraklarının sınırlarının belirlenmesi için bir ‘senatus consultum’ (Roma Senatosu kararı) çıkarılması gerekmişti. Halbuki antik yazar Arrianos, daha sonra Marcus Antonius’un ‘Asia’ eşrafı önünde verdiği bir söylevde Hellenler’i Attalos’un istediği tüm vergilerden Romalılar’ın muaf tuttuğunu, vergilerin M.Ö. 123 yılından başlayarak, yani Gaius Gracchus’un etkisi altında yeniden konulduğu iddiasında bulunduğunu yazar. Bu, yukarıda söylediğimize ters düşmektedir. D. MAGIE Antonius’un sözlerini gerçek olarak kabul etmektedir. Fakat tarihçilerin çoğu M.Ö. 129 tarihinin en doğrusu olacağı görüşündedir. Bütün eski krallık mülkleri şimdi, Roma hukukuna göre, ‘ager publicus’, yani kamu arazisi olmuştu. Bu ise, kent topraklarının sınırlarının belirlenmesini gerektiriyordu. M.Ö. 123 yılında Roma’da Gaius Gracchus tarafından önerilen ‘lex Sempronia’ da (Sempronius Yasası) ‘Asia’ya yeni bir vergi düzenlemesi getirdi. Bu ‘lex’ (yasa) yeni ‘portorium’lar (gümrük rüsumu, vergisi) getirmekle kalmıyor, aynı zamanda ‘tributum’ vergisinin hesaplanmasını ve ondan da önemlisi toplanmasını düzenliyordu. ‘Tributum’, eyaletin gelirlerinin tümü üzerinden bir ‘decima’dan, yani onda birden oluşuyordu. Üretimle vergiyi birbirine bağladığı için bu sistem ilk bakışta hakka en uygun olan gibi göründü. ‘Lex Sempronia’ kırsal kesimde yer kiralama ve vergi toplama biçimlerini de saptıyordu. Roma’da yerleşik vergi toplama taşaronları, eyalete gönderilen vergi mültezimlerinin (‘publicanus’) toplamaları yoluyla devlete ödenen ‘tributum’un avansını alıyorlardı. Böylece vergi toplanması işi Roma’nın yargıçlarının elinden çıkmış oluyordu. Roma yargıçları, artık, eyalet mükellefleriyle vergi toplayıcılar arasında hakemlikle yetiniyorlardı. ‘Tributum’un miktarı beş yılda bir Roma’da saptanırdı.
Romalılar’ın övdüğü bu sistemin (Antonius’un ‘Asia’daki Hellenler’e verdiği söylev!) aslında eyalet halkını sömürme aracı olduğu ortaya çıkmıştı. Zaten ‘tributum’un beş yılda bir gözden geçirilmesi, eyaletin gelirleriyle vergi mevzuatı arasındaki ayarlamanın yararını azaltıyordu. Çünkü iki vergi toplama ihalesi (‘adiudicatio’) arasındaki üretim değişmeleri hiç hesaba katılmıyordu. Özellikle, Roma’nın zengin Atlı Sınıfı (‘ordo equster’) mensuplarının, hattâ bunların üzerinden dolaylı olarak Senato Sınıfı (‘ordo senatorius’) mensuplarının sermayeleriyle kurulmuş olan vergi toplama taşaronları yalnızca personellerinin ücretini ödemek değil, aynı zamanda ortakları kazansın diye kâr etmek, bu nedenle de eyaletten Roma hazinesine bilfiil girenden daha çok vergi toplamak zorundaydılar. Yani bu yolla vergi toplanması, sonunda mükellef üzerindeki vergi yükünü anormal derecede artırıyordu. Romalı yargıçların hakemliğinin ise bu durum karşısında pek bir yararı dokunmuyordu. Vergi toplama taşaronlarının çıkarlarına dolaysız ya da dolaylı bağlı bulunduklarından, olsa olsa ancak pek ayyuka çıkan rezaletlere dur diyebiliyorlardı.
Sonuç kısa zamanda eyalet halkı için bir yıkım oldu. Bunun üzerine başlayan kısır döngüden kentler Augustus dönemine kadar kurtulamayacaklardı. Toplayıcılar sıkıştırdıkça kentler ‘tributum’u ödemek için borç almak zorunda kalıyorlardı. Gerekli para, vergi toplayıcıları ve Roma iş çevrelerinden başka kimsede – ya da hemen hemen başka kimsede – olmadığından kentler borcu kendilerini sömürenden alıyorlar, bunu yapabilmek için de özel ve kamusal malları ipotek ediyorlardı. Kent, borç ödeyemediğinden borçlar yığılıyor, kamu malları alacaklıların eline geçiyor ya da kayıtsız şartsız – Hellen olsun Romalı olsun – bir ‘euergetes’in eline teslim ediliyordu. Antikçağ yazarlarınca hemen hemen aynı biçimde anlatılan bu tablo büyük olasılıkla gerçeği yansıtmaktadır. Eyalet halkının öfkesi ve Pontos Kralı VI. Mithridates’in M.Ö. 88 yılında ona verdiği özgürlük umuduna onca heyecanla koşması bundandı.
[DEVAM EDECEK]
Harita: Pontos Kralı VI. Mithridates (Eupator) ile savaştan önce Anadolu.